RUMELİ BALKAN DERNEKLERİ FEDERASYONU
Abbas Bozyel'in Federasyonumuzla ilgili yazıları DAHA KABUK BAĞLAMAMIŞ YARALARIMIZI VE ACILARIMIZI ASLA UNUTAMAYIZ. UNUTURSAK TARİH UNUTMAZ (1) 23.11.2011 20 Kasım 2011 Pazar günü, MHP adına katıldığımız Rumeli Balkan Federasyonu 3. Kurultayında; Bulgaristan’dan, Batı Trakya, Romanya, Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya’dan gelen ‘Evlad-ı Fatihan’ların temsilcileriyle ve de ülkemizde ‘tek yürek, tek yumruk, olduğumuz Balkan Türkü kardeşlerimizle bir arada olduk. Aynı sazın, aynı sözün dili, benzer sevinç ve acıların ortağı, birbirinden farksız kaderi paylaşmış, aynı zaman ve mekânda tarih yolculuğu yapmış, lakin şu anda sınırlar ötemizde asil ve dik duruşlu ve fakat mahzun soydaşlarımızla kucaklaştık. Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli’nin selamlarını söylediğimizde salonda müthiş bir alkış tufanı koptu. Mahzunlar dedik. Zira ta Tuna kıyılarından, Ege Denizine kadar, bugünkü Bulgaristan’ın tümü dahil, Makedonya’yı, Kosova’yı içine alan, Karadeniz kıyısından, Yugoslavya içlerine kadar, Bosna-Hersek, Yeni Pazara ve Ohri’ye kadar uzanan muazzam Rumeli denilen, Türkeli’nin bir asırdır hangi barbarlıklarla karşı karşıya kaldığını hayal ettiklerinde dehşetle irkilmektedirler. Hele hele kabuk bağlamamış bu yaralar iyileşmeden birkaç yıl önce baş veren olaylara ne demeli? Ecdat yadigârı vatan topraklarının dünyanın gözleri önünde nasıl işgal edildiğini ve akabinde parçalandığını, ocaklarının nasıl söndürülüp tarumar edildiğini düşündüklerinde ıstırapları birkaç kat daha artmakta. Evlatlarının, anne, baba, bacı ve kardeşlerinin hunharca nasıl katledişlerini hatırladıkça elbette acıları her dem yeniden canlanmakta, yüreklerine sönmesi mümkün olmayan bir ateş düşmekte, yaşlı gözler kan çanağına dönüşmektedir. Bu nasıl bir çile, bu nasıl bir kara yazı. Bu nice bir kin ve intikam duygusu ki, tarihte 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi olarak bilinen, dedelerimizin ise Moskof Harbi dedikleri savaşın hemen akabinde, Balkan coğrafyasında Müslüman Türklere karşı başlatılan bir katletme-yok etme, eritme ve sürgün etme politikası, 1912-13 Balkan Muharebesiyle devam etmiş. Ve tam otuz beş yıl, Arnavut’un, Boşnak’ın, Pomak’ın, Tatar’ın, Batı Trakya, Romanya Türkünün, velhasıl Müslüman denildiğinde akla yalnızca ‘Türk’ olarak gelen her bir Müslüman’ın kanı su gibi akıtılmış. Rusların başlattığı vahşet, Balkanlı Hristiyan canilerce devam ettirilmiştir. Müslümanlar her türlü barbarlıkla, adeta tavuk boğazlanır gibi, tamamen soykırıma dayalı bir şekilde yok edilmeye çalışılmıştır. Kültürel asimilasyon uygulanmış, Müslüman Türkün mezar taşlarını bile yok etmişler. Arazilerini ellerinden almışlar. Camileri ellerinden geldiği kadarıyla yakıp-yıkıp yok etmeye çalışmışlardır. Ölümden kurtulanları da göçe zorlamışlar. Öyle bir göç dalgası ki. Nasıl ve neyi anlatsak acaba. Acılar, eziyetler, toplu hastalık ve açlık. Sırp, Bulgar, Karadağlı ve Yunanlı bilumum ne kadar Türk düşmanı çete varsa hepsi bir haçlı zihniyetiyle hareket etmişler ve Müslüman Türü yok etmeyi bir meslek ve mezhep haline getirmişlerdir. Yaşlı-genç, kadın erkek, çoluk-çocuk demeden gördükleri her yerde her bir Müslümanı, hemen orada, âdeta kurbanlarının karşısında kutsal ayin yapan Hristiyan tarikat adamları gibi yere yatırıp, boğazlarını kesmişler, hamile kadınların karınlarını yarmışlar ve “Türkün nesli de kesilmelidir” diyerek ana karnındaki çocuğu vahşice katletmişler, cinayetlerini büyük bir zevkle sürdürmüşlerdir. Peşinde o meşhur göçler başlamış. Cumhuriyet döneminde Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya’dan Türkiye’ye sürekli göçler olur. Başta Bulgaristan olmak üzere bu bölgelerde Türk soy ve kültürüme bağlı bürgün varlıklar ve kültürel değerler imha edilmeye başlar. Özellikle Bulgaristan’da Dimitrof’la başlayan baskı ve zulüm, Belen hapishanesi gibi zulmün simge hapishanesindeki işkencelerle birlikte zorla ad ve din değiştirtmeler Jivkov’la devam eder. Bağırırsak sesimizi duyacak kadar yanı başımızda olan kardeşlerimizin, 1989 yılında yüz binlercesinin bir anda sınıra dayandıklarını görünce şaşıran o dönemin yöneticilerinin şaşkınlıkları ise bir ayrı utanç belgesi. Zira soydaşlarımızın yaşadıkları karşısında yeterli tepkiyi ortaya koyamayan, o dönemdeki İktidar mensuplarının acizliklerini asla unutamayız. Bununla yetinilmemiş çeşitli haksızlıklar ve gayri insani baskılar günümüze kadar devam etmiştir. Hele tarihin dehşet dolu o kara günleri. Sırpların Bosna-Hersek'te gerçekleştirdikleri katliam. 1 Mart 1992 tarihinde halkın % 99.43'ünün yapılan referandumda bağımsızlığa "evet" oyu vermesiyle Bosna-Hersek yönetiminin bağımsızlık kararı alması üzerine başlayan olaylar. Bu cumhuriyetteki Sırp milislerin lideri Radovan Karaciç’in "bağımsızlığı kabul etmeyeceğiz. Eğer Bosna bağımsız olursa, Müslüman, Sırp ve Hırvatların çatışmasından kaçamayız. Unutmayın. Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek'in yanında bir tatil merkezi gibi kalacaktır" diye yaptığı tehdidin ardından gelen mezalim. Sırplar Bağımsızlık kararı alan Bosna-Hersek yönetimini cumhurbaşkanı Aliya İzzet Begoviç'in liderliğindeki Müslüman yerleşim merkezlerine saldırırlar. Ne yazık ki Bosna-Hersek Müslümanları dış dünyadan önemli bir destek de göremediği gibi, Batı dünyası da gelişmelere seyirci kalır. Mesela ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsü "Mevcut durum içerisinde hiç kimse masum değildir" ifadesiyle ABD’nin ve yandaşları batılı ülkelerin düşüncelerini sergiler. Böylelikle gittikçe yalnızlaşan Müslümanlara karşı saldırılar, bir toplu yok etmeye kadar gider. Sırbistan Cumhuriyeti'nden gelen milisler ve federal ordunun da destek sağlaması ile Müslümanlara yönelik saldırılar bir katliama dönüşür. Mesela 15 Nisan 1992 tarihinde Biyelyina şehrine girdiklerinde bin Müslümanı çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapmadan öldürürdüler. Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ve Sırp zulmüne karşı yetersiz imkânlarla karşı koymaya çalışan Srebrenitsa'da tam 10.000 kişiyi esir alan Sırp ordusu, 5 gün süren katliamda 8.300 kişiyi öldürdü. Öldürülen bu 8300 kişinin cesetlerini parçaladılar ve toplu olarak yaktıktan sonra Lahey Mezarlığı'na gömdüler. Hülasa; bunları niye anlattım. Derdim acıları deşelemek değil. Derdim daha kabuk bağlamamış yaralarımızı, kendi acılarımızı çabuk unutuyor olmamızdandır. Yani tarihimizi unutmamızdan ve başımıza gelenlerden ders çıkaramayışımızdandır. Yarın devam etmek üzere sağlıcakla kalın. BİZ UNUTSAK TARİH UNUTMAZ (2) 24.11.2011 Dünkü yazımda MHP olarak katıldığımız Rumeli Balkan Federasyonunun 3. Kurultayı vesilesiyle, Balkan Türklüğünün geçmişten gelen ve bugüne kadar devam eden çile ve sıkıntılarından bahsetmiştim. Bu vesileyle kabul etmemiz gereken bir gerçek vardır. Tarihin belli dönemlerinde karşılaştığımız düşmanlıkların hangi acılara ve bedeli ağır sonuçlara mal olduğunu ortaya koyacak sübjektif algılamalarımızı ortaya koyamadık. Hep taarruz edenlere karşı bir savunma psikolojisi içinde olduk. Dolayısıyla 100-150 yıldır kabuk bağlamamış yaralarımıza rağmen hala (konu itibariyle olduğu için söylüyorum), mesela Balkan Türklüğünün malını mülkünü elinden alan, göçe zorlayan, kültürel tüm eserlerini talan ve tarumar etmek isteyen Batı-Hıristiyan dünyasının gerçek yüzünü, vahşi ve zalim zihniyetini tüm çıplaklığıyla sergileyemiyoruz. Aksine AKP Hükümetinin yaptığı gibi; “Medeniyetler Arası İttifak, İbrahimi Dinler, Dinlerarası diyalog” ve en sonunda ‘BOP’ gibi tuzak senaryolarla kendi geçmişimizi ve inançlarımız reddeden, topyekûn milli ve manevi varlığımıza kast eden zihniyeti adeta bilinçli bir şekilde neden başımıza taç ediyorlar, dersiniz? Peki Balkan Türklüğünün mümtaz mümessilleri olan, her biri sınır ötesinde şeref ve gururumuz olan özü Türk, sözü Türk olan ve de İslam’ı en temiz , en yüce şekliyle terennüm eden aziz kardeşlerimizin en son yaşadıklarında bu misyoner teşkilatların rolü yok mu? Macaristan’da 157 yıllık Türk-İslam ruhunu vuran ulu ecdadımızdan, Osmanlıdan geriye ne kaldı? Söyler misiniz Allah aşkına? Bunları şimdi medeniyetler arası ittifakın üyesi olan AKP’liler darılacak diye; çocuklarımıza, gelecek nesillerimize anlatmayalım mı? Yalana, iftiraya ve tahrifata dayalı uydurma belgelerle bizi uluslararası mahfillerde mahkûm etmek isteyenleri ifşa etmeyelim mi? Haçlı zihniyetin 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra başlayan Sırp, Karadağ, Yunan isyan ve ayrılık hareketlerinde, Müslüman Türk toplumunun sistematik olarak imha edildiğini, toplu ölüm, korkutma, yıldırma, şiddet ve nice insanlık dışı yollarla topraklarından terke zorlandıklarını söylemeyelim mi? Rumeli Türk yurdunun nasıl parçalandığını, Müslüman ahalinin hiçbir beşeri, hukuki, ahlaki kural tanımadan nasıl kıyıma uğratıldığını haykırmayalım mı? O günleri yaşayan dedelerimiz, babalarımız, türkülerimiz, mızrap değdiği zaman adeta inleyen-ağlayan sazlarımız yaşanan tüm vahşeti gözler önüne sermiyor mu? Bırakınız Avrupa tarihleri bahsetmesin. Balkan coğrafyası içinde kalan soydaşlarımızın hala en tabii hak ve hukuklarına kavuşamadığını, hala problemlerini aşamadıklarını, onların ezildiklerini görmeyenler olabilir, işitmeyenler olabilir. Ancak biz Milliyetçi Hareketliler duyuyor ve konuşuyoruz. İşte sübjektif algılama dediğim budur. Biz Türk milliyetçileri Liderimiz Sayın Bahçeli ile birlikte tüm bu gerçekleri, boğazımızın hançeresi çatlayıncaya kadar, son nefesimizi verinceye kadar, damarlarımızda son damlamız kalıncaya kadar yaşanan mezalimi ifşa etmekten ve soydaşlarımızın haklı davalarında arkalarında durmaktan vaz geçmeyeceğiz. Zira bizler, camiye, kubbeye minareye, şadırvana, sebile, hana-hamama, mektebe-medreseye köprüye, konağa kısacası yarattığı ilme-medeniyete, yaşadığı mekâna ve zamana Türk mührünü vuran ve nerde yaşarsa yaşasın Türküm-Müslümanım diyen, canı canımızdan, kanı kanımızdan her bir din kardeşimizin uğrunda can verecek bir ulvi davanın yolcularıyız. Şüphesiz ki biz bizden olan, Türk olan, Müslüman olan parçamızdan konuşuyoruz. Hani derler ya, iki-üçayaklı bir masa dik durmaz diye. Eğer bugün ülkemiz dik duramıyorsa, özellikle son 10 yıldır da bir gelecek kaygısı taşıyorsa bu ayakların yani Balkan Türklüğünün, Kafkas-Türkistan Türklüğünün manevi gücünün-varlığının unutulmasından terk edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği asla unutmayalım. Edebiyatı, musikisi, tarihi, destanları, sanatı, hikâyeleri bir olan, Keloğlan’dan -Âşık Gariplere, Dede Korkut’tan-Köroğlu’na, Yavuz’dan Şah İsmail’e, Kerem’e, Nasrettin Hoca’ya, Yunus’a, Kaygusuz Abdal’a, Karacaoğlan’a, Aşık Ömer’e, Dertli’ye kadar her şeyi bir ve beraber olanların da, her anlamda bir ve beraber hareket etmesi artık kaçınılmazdır. Cenk nameleri, masalları, maniler, türküleri, atasözleri fıkraları bir ve aynı kaynaktan Türk kokan, Türkçe bakan Türkçe gören bir ortak dünyanın mensuplarının artık ortak bir milli zeminde buluşması gerekli değil mi? Peki, tüm bu “bir ve beraber” görünen “bütünün” yaşadığı sıkıntı-problem, çile, zorluk nerden gelmektedir. Sebebi gayet belli. Nüfus cüzdanlarındaki kimliklerine Türk yazan ama Türk gibi hissetmeyen, Türk gibi yaşamayan, Türk gibi cesur, Türk gibi kahraman, Türk gibi düşünemeyen kadroların milletimizin başında olmayışıdır. Hülasa; Milliyetçi Hareket, siyasal bir fikir ve siyasi bir teşkilat olarak ortaya çıktığı günden bugüne kadar; sınırlar ötesi Türk Dünyası’nın hak ve hukukunu bağıran, hak ve hukukunu arayan bir ses olmuştur. Dövülmüş, coplanmış, hapislere tıkılmış, idam edilmiş, şehit edilmiştir ama yılmamıştır.. Bir tek şey söylemiştir. Yaşasın Dünya Türklüğü, Kahrolsun Emperyalistler |
2335 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |